karıncalar hayvanlar alemini ikiye ayırmış; aslan, kaplan, timsah gibi uysal ve sevecen hayvanlar, tavuk, hindi, güvercin gibi vahşi ve yırtıcı hayvanlar...
4/13/2010
'yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek'. dediği gibi şairin; o telaşla, bırakın paris yolunda ılık rüzgârlara taratmayı saçlarımızı sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz...
gözümüz saatte söyleştik hep, koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık.
hep yetişilecek bir yerler vardı aranacak adamlar, yapacak işler... bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin tersine bulaştı; başkalarının hayatı, bizimkini aştı.
kör karanlıkta çalar saat sesi yerine; kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini ha babam erteledik. 20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını, 30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere... lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, artık uyku girmez oluyor gözlerinize...
doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda... özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; vakti gelip sandıktan çıkardığınızda, bir de bakıyorsunuz ki, tedavülden kalkmış.
Güzeldir uzaklara gitmek başka yerler görmek. Bazen boğulursun olduğun yerden, çok uzaklara gitmek istersin. Klasik bir histir bu, yaşamayan yoktur. Gidemeyenler gıbta eder gidenlere. Hele bir de giden söyleniyorsa gittiği yerden, sinirlenir öteki. Ah senin hayatın bende olacaktı ki… Dışı seni içi beni yakar hesabı… Kalan hiç anlayamaz gideni. Hiç yaşamadığı şeyler için ne de güzel akıl verir insan.
Gidersin o veya bu sebeple, isteyerek ya da istemeyerek. Alışırsın da bir şekilde, insan nelere alışmıyor derler ya. Gezersin eğlenirsin, yeni hayatına yeni hayatlar katarsın, o başka hayatlardan çok şey öğrenirsin. Büyürsün…. Aylar geçer alışırsın. Her gün gibi, bir günün sonunda evine gelirsin yine, mutlusundur. Üstündeki yorgunluğu atıp pijamalarını giyip bir kadeh şarabınla salona geçip ayaklarını uzatacağın dakikalara doğru yol alırsın. Hava karanlık, saat o kadar geçti mi ki, fark etmediğini sanıp saatine bakarsın. Saat 17.00 oysa bu saatlerde güneşin batışını izliyor olmalıydım diye düşünürsün. Pencereye doğru yaklaşırsın, karşında yalnızca yüksek binalar. O maviliği sorgular gözlerin. Ne deniz vardır ne de palmiyeler. Karşıdaki kuaför, sokağın köşesindeki balıkçılar ve bakıp gençliğini hatırladığın insan dolu kafeler…. Insane bile göremezsin sokakta. Beyninin sana oynadığı oyuna aldanıp balkona çıkmaya kalkarsın (buralarda balkonlu ev zor bulunur,bu konuda şanslıyım en azından) ayaklarına yapışan soğuk seni kendine getirir. Titreyerek içeri girip ayağındaki karları temizlersin. Gözlerinin neyi aradığını bilirsin ama idrak etmeye fırsat vermeden beynine hemen başka şeylere yönelirsin. Hiç alışamazsın aslında. Hiç alışmamışsındır. Izmir’i arar gözlerin göremezsin. Insanların dilini anlarsın ama ne demek istediklerini anlamadığını fark edersin bir süre sonra... Turkiyeden gelen bir kaç habere sevinir orada olamadıgın için üzülürsün... bazı haberler ise kafana balyoz indirir orada olmadıgına şükredersin ama üzülürsün.. telefonu kapatınca yada internet baglantını kökten kesince acın gecer sanırsın. ama geçmez oturup kalır bogazına, yalnız oldugun için izmirde olamadıgın için, bostanlı sahiline gidip sıkıntını o körfeze atamadıgın için o acı içinde büyür de büyür. Oysa ne güzel alıverir sinirini, hüznünü, gözyaşlarını içine o körfez. Atlayıp bisiklete bostanlı sahilinden arabalı vapurda martılarla süzülürsün denizin üzerinde. Onlarla paylaştığın gevrekle başlarsın sakinlemeye. İnip arabalı vapurdan başlarsın pedalları çevirmeye her pedalda arkanda bırakırsın üzüntülerini. Sahilevlerine vardığında üzüntünün kaynağını hatırlamaz fakat o üzüntüyü yaşatan şeye teşekkür edersin içinden. Çayını yudumlarken ufka dalıp bir yandan da kitabını okursun huzurla. Çocuk sesleri, tavla sesleri, satıcıların bağırışları içini dolduran bir senfoni oluverir. Güneşin batışı en güzel arabalı vapurdan izlenir martıların dansıyla. Yakalamak için asılırsın pedallara, bu sefer gülümseyerek. Yoldan yüzüne çarpan mandalina tarlalarının kokusu durdurur seni. Satıcı o kadar “insan” dır ki, sen bir kilo istesen de 2 kiloya bir kiloda kendinden koyar. Bir daha anlarsın nerede yaşadığını. Dönüş yolu ve güneşin batışı mı? O hissi anlatmak öylesine zordur ki, gün bittiği için üzülüp bir ressamın bile karşındaki hayal edemeyeceği o kareye dalıp once martılara sonra o şehre bu gün için teşekkür edersin. İzmir’den ayrı kalmayan hasretin ne olduğunu bilmez derler. İzmir’deki gülümseyiş sınırı geçince hasret oluverir. Bu bir İzmir yazısı değil aslında yalnızca bir yalnızlık. Yalnızlığım da, gülümseyişim de, aşkım da İzmir benim. Bazen nerede olduğunu, nereye ait olduğunu bilemezsin. Dünya gerçekleri, kalbin gerçekleri hepsi seni ayrı yönlere çekiştirip durur. Kaç tane sen varsın, bu sen misin, senden başka kimler var....
biz ne zaman içsek köfte geç gelir ve oturur muhabbetin terkisine çıplak bir efkar sözcüğü
biz ne zaman içsek sabah akar meycinin cebine günde kaç kez öpüşür ki akrep ile yelkovan
biz ne zaman içsek iç değilizdir aslında dışımızda bronz bir akşam sözcüğü
çırıl bir efkar sözcüğü eften püften bir kar beklentisi delikanlı kıvamında sevda değilse de tabansız sevişmelerdeki el değmemiş pişmanlık
biz ne zaman içsek iç değilizdir aslında
bu alkol ikindisi şiirde şimdi burada açılsaydın adımın baş harfi gibi belki ağustos kokardı ağustos
sen... fikrini ipotek etmiş kiralık sevdalara senine boyuna sevilmiş sen yalanı sevdasından büyük sen bir bil sen!
biz ne zaman içsek seni düşünüyoruz genzimizde göl göz yaşları...
biz ne zaman içsek iç değilizdir aslında..............
dışımızda bronz bir izmir akşamı!
Yılmaz ERDOGAN
Bir de Shakespeare’in 61. Sonne’si ile bu sayfayı birdaha açılmamak üzere kapatayım.
Is it thy will thy image should keep open My heavy eyelids to the weary night? Dost thou desire my slumbers should be broken, While shadows like to thee do mock my sight? Is it thy spirit that thou send'st from thee So far from home into my deeds to pry, To find out shames and idle hours in me, The scope and tenor of thy jealousy? O, no! thy love, though much, is not so great: It is my love that keeps mine eye awake; Mine own true love that doth my rest defeat, To play the watchman ever for thy sake: For thee watch I whilst thou dost wake elsewhere, From me far off, with others all too near.